Ev 3. Sayı BAŞYAZI: İSRAİL YAYILMACILIĞINA VE FİLİSTİN SOYKIRIMINA SON VERİLMELİDİR!

BAŞYAZI: İSRAİL YAYILMACILIĞINA VE FİLİSTİN SOYKIRIMINA SON VERİLMELİDİR!

Tarafından Cuma NACAR

İSRAİL YAYILMACILIĞINA VE FİLİSTİN SOYKIRIMINA SON VERİLMELİDİR!

Bu satırların yazıldığı sırada İsrail katliamlarının, daha doğru bir ifade ile soykırıma başlamasının üzerinden kırk beş güne yakın bir zaman geçti. İsrail; sivilleri, çocukları, kadınları camileri, kiliseleri, okulları, hastaneleri, ambülansları bombalamaya devam ediyor. Hastaneler işgal ediliyor, hastalar yerlerde sürüklenerek sokağa atılıyor veya bilinmedik yerlere götürülüyor. Küvözdeki bebekler, yerlerinden çıkarılarak sedyelerin üzerinde can çekişerek hayatlarını kaybediyor. İsrail saldırılarında hayatını kaybedenlerin sayısının 15 bin civarında olduğu, bunların yarısının çocuk, kalanın yarısının da kadın olduğu ifade ediliyor. Kayıpların en az bu kadar olduğu, enkazlar kaldırılamadığı için gerçek kayıpların çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor.  İsrail’in Gazze’de yaşayan Filistinlileri, hatta hastaneleri bile en temel ihtiyaçlardan; ekmek, su, elektrikten mahrum bırakacak şekilde saldırıları karşısında insanlıktan söz edilebilir mi?  Gazze’nin kuzeyindekilerin güneye gitmesini isteyen İsrail, bu sefer de Filistinlileri gönderdiği Gazze’nin güneyinde bombalamaya devam etmektedir. İsrail’in bütün Filistin topraklarını işgal etme planının bir parçası olarak Gazze’yi ikiye bölerek kuzeyi boşalttığı, sıranın güneye geldiği ve tarihi hedeflerini adım adım işlettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Netanyahu nihai gayesinin, Gazze’yi süresiz işgal olduğunu söyledi. Saldırılar sadece Gazze’de değil, tüm Filistin topraklarında acımasızca devam ediyor.

Birleşmiş Milletler ve diğer tüm uluslararası insan hakları savunucuları, sağlık kuruluşları elleri böğründe seyriciler…İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nin karma toplantısı ise temennilerden ibaret ve hep birlikte yaptırım uygulamaktan bile acizler. 1967 İsrail ambargosuna dahi cesaret edememiş olmaları kendi adlarına tarihe kara bir leke olarak geçecektir. Amerika ve batı ise bu katliama sadece seyirci değil, soykırımın devamı için her türlü silah ve finansman desteği için yarış içindeler. Batının felsefe ve düşünce kuruluşları iflas etmiş durumda. Uluslararası hukuk, vicdan, merhamet, ahlak çürümüş, yok olmuş durumda. Tarih bu soykırıma, insanlık ve savaş suçuna iştiraki unutmayacaktır…

Tüm bu olumsuzluklara rağmen; Amerika’da, batıda, dünyanın dört bir yanında müslüman olan, olmayan insanların mitingleri, sokaklardaki veya sosyal medyadaki protestoları ise geleceğe dair bir umut. Dünya insanlığının, yöneticilerinden daha fazla ahlak, vicdan ve namus sahibi olduklarını göstermesi bakımından bir ışık.

 

Amerikan ve batılı yöneticilerin, İsrail’e verdikleri bu acımasız ve bir o kadar da sınırsız desteğe bakılırsa; Arnold Toynbee, Bernard Lewis ve nihayet Samuel P. Huntıngton’ın  değişik tonlarda da olsa, medeniyetler çatışması tezini hayata geçirmeye dünden razı olduklarını, hatta bunun için bahaneler aradıklarını göstermektedir. Eğer bu anlayışta iseler bunun dünyanın felaketi olacağını; derhal bu anlayıştan, bu akıl tutulmasından vazgeçmelerinin, ırkçı Netanyahu hükümetini hizaya getirmelerinin zaruret olduğunu hatırlatmak isteriz. Dünyanın yeni savaşlara değil barışa, yeni bir medeniyet hamlesine ihtiyacının olduğunu, bu ihtiyacın ekmek, su, hava kadar elzem olduğunu akıllarından çıkarmamaları gerekir.

İsrail’i yöneten Netanyahu’nun sık sık Tevrat’taki savaş ayetlerine atıf yapması ile birlikte değerlendirildiğinde, bu medeniyetler savaşını Orta Doğuda, arap dünyasında çıkarmaya hazırlık yaptığını görmek, dünya insanlığı için derhal tedbir alınması gereken bir savaş çılgınlığıdır. Nitekim Netanyahu, Macron ile görüşmesinde “Hamas’ı ‘uygarlığı Orta Çağ’a geri götürmeye çalışan bir şer ekseninin parçası’ olarak tanımlamış ve ‘Yaşananın “Orta Doğu ve Arap dünyasının kalbi ve ruhu için bir savaş” olduğunu söylemiştir. Dünya liderleri, aydınlar, sanatçılar, tüm insanlık bu çılgınlığa karşı isyan etmeli, tepki göstermeli, tarihi görevlerini yerine getirmelidir.

Bu konuyu şimdilik kapatırken bir çift sözümüz de siyasi iktidara, AKP’ye…

AKP’nin genel başkanı Sayın Erdoğan ya da dönemin cumhurbaşkanı olan bir başkası veya şimdilerde bir siyasi partinin genel başkanı ve o dönemin dışişleri bakanı olan zevat BOP projesinin veya devamı olan Arap Baharı’nın çok yönlü bir felakete sebep olduğunu şimdi idrak etmişler midir dersiniz?

Merhum Cemil Meriç, tarih bir milletin hafızasıdır demiştir. Şimdi mademki siyonistlerin vaadedilmiş topraklar hayali var ve bu topraklar Türkiye’nin de bir bölümünü içine alan Nil’den Fırat’a hakimiyeti hedefliyor. O halde İsrail’in bulunduğu topraklarla Türkiye arasında Lübnan ve Suriye var. İsrail yayılmacılığının önündeki devletlerden birisi de Suriye olduğuna göre Suriye’deki bir iç savaşın çıkması ve zayıflaması kimin işine yarayacaktır. Türkiye’nin bir sığınmacı deposu ülke haline getirilmesinin yanında, İsrail yayılmacılığının önündeki bir setin yıkılması elbette ki Türkiye’nin lehine olmayacaktır.

Öte yandan soğuk savaşın sona ermesinden sonraki dönemlerde hızlanan medeniyetler çatışması tezini destekler tarzda; AKP genel başkanı Sayın Erdoğan’ın, yaşananları “haç-hilal kavgası” olarak gündeme getirmesini son derece mahzurlu bulmaktayız. Bunun ifadesinin bölgeye, İslam Dünyasına ne yararı olacaktır veya Hamas’ın 7 Ekim günü yaptığı saldırıdan ne farkı vardır? Bir kez daha ifade etmek gerekir ki ruh ve gönül coğrafyamız başta olmaz üzere tüm insanlığın barışa ihtiyacı vardır.

Artık Türkiye’yi yönetenlerin bu yabancı aklından vazgeçmesi, ülkemizin geleceği için başta komşu ülkelerle olan sorunlarını bir an evvel çözmesi ve iyi ilişkiler geliştirmesi, askeri yönü de olan bölgesel paktlar oluşturması zamanı gelmiş, geçmektedir.

Uluslararası hukukun esas itibarı ile bir teamül hukuku olduğu, güçlü olanlar koyduğu hukuk kuralları olduğu gerçeğinden hareketle; Türkiye geçmişten ders alarak, tarihi adaletine, şanına ve şerefine dönmeli; yeryüzünü adalet ve barışın hakim olduğu; zulmün ve haksızlığın sona erdirildiği, fitnenin ve fesadın yok olduğu bir dünya haline getirecek insanlığın barış medeniyetini kurmak zorundadır. Bu hedefler ancak iktidara kim gelirse gelsin, herkesi bağlayacak vazgeçilmez bir devlet politikası haline getirilmekle mümkün olacaktır.

Türkiye Hakkıyla Hukuk Devleti Olmak Zorundadır

Aziz vatandaşlarımız 14 Mayıs Milletvekilliği ve 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra da; siyasi, kültürel, hukuki, ahlaki alanlardaki problemlerini çözecek, 21. Asrı Türk Asrı yapacak iradeyi görememiştir. Siyasi iktidarın geçmişte yaptığı hatalardan vazgeçmeye niyetinin olmadığını, muhalefet partilerinin ise etkili muhalefet yapmaktan uzak olduğunu görmek; enflasyon canavarı, yolsuzluk, hukuksuzluk, ahlaksızlık altında inim inim inleyen vatandaşımızı umutsuzluğa sevk etmektedir. Rahmetli Bilge Liderin önderliğinde Millet Partisi’nin ortaya koyduğu çözüm yolları tazeliğini ilk günkü gibi korumaktadır. Gerek yurt içinde ve gerekse de yurt dışında meydana gelen gelişmeler, kurtuluşun bu çözüm yollarını hayata geçirecek Millet Partisi’nin mahalli idarelerde ve genel idarede iktidar yapılmasından geçtiği gerçeğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Millet Partisi kadroları genel seçimlerde ortaya koydukları çabayı, gayreti, fedakarlığı mahalli idareler seçiminde de göstermek zorundadırlar. Vatandaşlarımıza çaresiz olmadıklarını, çarenin Millet olduğunu, çarenin Millet Partisi iktidarında gerçekleştirilecek Muhteşem Türkiye projesinde olduğunu anlatmak zorunda olduklarını unutmamaları gerekir.

İşte geçtiğimiz haftalarda yargının tepesinde yaşanılan kriz, kaos ve siyasi iktidarın bu krizi algılaması; devlet erkini elinde bulunduran yasama ve yürütmenin tepesindekilerin tepkileri, aslında krizin sistemsel olduğunu göstermeye yetti de arttı bile…

Anayasa Mahkemesi bilindiği üzere 1961 anayasası ile kabul edilmiş bir anayasal mahkeme. Türkiye olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkını 1987’de, zorunlu yargılama yetkisini de 1990 yılında kabul ettik. 2004 yılındaki anayasa değişikliği ile de uluslararası sözleşmeler, kanunların üzerinde yer aldı. AİHM tarafından verilen hak ihlali kararları o kadar arttı ki, Türkiye sürekli olarak mahkum edilir ve tazminat öder hale geldi. 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı getirilmiş ve AYM 2012 tarihinden itibaren bireysel başvuruları kabul etmeye başlamıştır.

Anayasa Mahkemesi’ne hak ihlallerine karşı bireysel başvuru hakkının getirilmesindeki amaç, vatandaşımızı AİHM’ne son çare olarak başvurmak imkanı sağlamasıydı. Şimdi AYM’nin kararından sonra iç hukuk yolları tüketildiğinde, ancak AİHM’e gidilebilmektedir. Vatandaşlarımız AYM kararları sonrasında hakkına kavuştuğu kanaati veya siyasi sebeplerle AİHM’e gitmemektedirler. Ancak AYM’nin kararları uygulanmazsa, hakkını elde etmediğini düşünen yine AİHM’nin yolunu tutacak, vatandaşımız Avrupalıların adaletine sığınmak zorunda bırakılacaktır. Öte yandan Türkiye’nin NATO’dan çıkarılma hesaplarının yapıldığı, yalnızlığa itilmeye çalışıldığı bir zamanda yine birilerinin çıkarlarına hizmet edilecektir. Ah keşke Türk Yargısı başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere tüm dereceleri ile rahat bırakılıp siyasi etkilerden uzak kalabilseydi de adil, objektif, bağımsız ve tarafsız kararlar veren ve Türkiye’de hakimler var dedirtecek seviyede olsaydı da, AİHM’e gidilse bile herkesin eli boş dönseydi….

Ne var ki kırk yamalı bohçaya dönen anayasa, mevcut hali ile dahi uygulanamamaktadır. Mevcut anayasaya göre Anayasa Mahkemesinin kararlarını yasama, yürütme ve idare makamları mahkeme kararlarını değiştirmeden ve geciktirmeden uygulamak zorunda olduğu halde, bu temel prensibin uygulanmasında dahi acze düşülmüştür. Oysaki bağımsız ve tarafsız bir yargı, hukuk devletinin olmazsa olmazı, evrensel hukukta ve olabildiği kadar anayasamızda yer alan temel hak ve özgürlüklerin teminatıdır, meşruiyetini de buradan alır. Adaleti tesis ederek, vatandaşlarının huzur ve mutluluğunu temin edebilir. Yasama ve yürütmenin emrindeki bir yargının adaleti tesis etmesi mümkün değildir. Böyle bir yargının olduğu ülkede kuvvetler ayrılığının varlığından söz edilemeyeceği gibi, demokratik bir yönetimden söz etmek de mümkün olmayacak, değil bir devlet, kabile devleti dahi olmak mümkün olmayacaktır.

Hele hele anayasa değişikliği ile bağımsız ve tarafsızlığını yitirmiş, aynı zamanda bir siyasi partinin genel başkanı olan bir kişi, cumhurbaşkanı da olsa; kendisini yargılama yetkisi olan mahkemeler arasındaki ihtilafta hakem olamaz. Cumhurbaşkanının hakem olabilmesi için; bir partisini temsil eden şapkası, bir de devleti temsil eden şapkası olmaması gerekir. Bir kişide aynı zamanda iki yarı kişilik birleşemez.

Yargının tepesindeki kriz üzerine hakemliğe soyunanların derhal ıslah edilmiş demokratik parlamenter hükümet sistemine geçilmesini teminen, gerekli anayasa değişikliği için kollara sıvaması gerekir. Değilse bu krizi ne olduğu belli olmayan, krizlerin ve kaosların sebebi olan ve olmaya devam edecek olan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini yerleştirecek yeni anayasa değişiklikleri için fırsat görmesinler.

                                                                           

You may also like

Yorum Bırakın

Hakkımızda

İlimle, hikmetle, akılla, tarihten ders alarak ve tüm insanlığı Uyanışa davet ediyoruz.
UYANIŞ, asırlardır darbelenen inleyen milletin derdine dil olmak için yola çıkan millet evlatlarının sesidir.

Hak ve Millet Davasının Sesi Uyanış Dergisi 2024

Are you sure want to unlock this post?
Unlock left : 0
Are you sure want to cancel subscription?
-
00:00
00:00
Update Required Flash plugin
-
00:00
00:00