BAŞYAZI: Ordumuzu Göz Bebeğimiz Gibi Korumalıyız. #13

           

Hak ve Millet Davasının Sesi Uyanış’ın fedakâr, kadir kıymet bilir okuyucusu!

Yeni sayımızda sizlerle buluşurken ülkemizin, coğrafyamızın gündemi yine yoğun. Birbirinden önem arz eden bu konuların, aslında her biri ayrı bir yazının konusu olmasına rağmen kısa kısa, başlıklar halinde de olsa bunlara temas etmekte yarar görüyoruz. Bazen ortaya atılan sunî birtakım fikirlerle, tetiklenen bir olayla cambaza bak denilerek, esas gündem değiştirilmeye çalışılır veya bunu fırsat bilerek devlet ve millet aleyhinde ciddi kararlar alınır veya alınan kararlar hayata geçirilir. Dolayısı ile işi paranoyaya dökmeden dikkat ve titizlikle, kılı kırk yararak her olayda “Sebep?” sorusunu aklımızdan çıkarmadan kendimize akl-ı selimle, hikmetle bunun sebeplerini sormak ve cevap aramak/bulmak zorundayız.

ORDUMUZU GÖZ BEBEĞİMİZ GİBİ KORUMALIYIZ.

 Dünyadaki birçok kurtuluş ve kuruluş savaşlarında doğu ve batı toplumlarında siyasi ve askeri otoritenin tek kişide toplanması, sonraları görev, yetki, sorumlulukların ayrılması elbette ayrı bir yazı konusudur. Türkiye özelinde ve daha dar bir zaman dilimi esas alındığında; kurtuluş savaşını veren ve cumhuriyeti kuran, zarureten askeri kadrodur. Ancak 1923 ve 1924 yılında çıkarılan kanunlarla önce askerlerin milletvekili olmaları, sonrasında da her iki sıfatı bulunanların, bunlardan birini seçme zorunluluğu getirilerek; ayrı sıfatların bir kişide toplanmasına son verilmiştir. Bu kanunların çıkarılması değişik yönlerden izah edilebilir. Meşrutiyet, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ile Jön Türkler’in, İttihat Terakki’nin orduyu siyasallaştırmasının devletin yıkılışını hızlandırma sonuçları olduğu gibi, Birinci Meclis’teki muhaliflerin önemli bir kısmının subay olması ve bunların tasfiye amacı da göz ardı edilemez.

27 Mayıs 1960 Askeri Darbe, 12 Mart 1971 Askeri Muhtıra ve 12 Eylül 1980 Askeri Darbe, 28 Şubat 1997 Post-Modern Askeri Darbesi ve 27 Nisan 2007 E-Muhtırası gerek iç ve gerekse de dış etkilerle askerlerin siyasete müdahale örnekleridir. Tüm bu darbe ve muhtıralardan ordunun çıkardığı sonuç; askerin görevinin siyasete asla müdahil olmaması, siyasetin uygulayıcısı olmasıdır. Silahlı kuvvetler kurmay sınıfının önemli bir kısmı NATO ve benzeri uluslararası toplantılarda, askerlerin sivil otoritenin emrinde olduğunu ve bunun demokrasinin doğal sonucu olduğunu görmüşlerdir. Diğer yandan siyasetteki acziyetlerini örtmek için sürekli kendilerini göreve davet eden bazı siyasilerin beceriksizliğinin unutulduğunu, ama faturanın kendilerine çıkarıldığını tecrübe etmiş olduklarından; artık onlar da sivil otoritenin sebep olduğu siyasi sorunların, sorunu çıkaranlarca çözülmesi gerektiği kanaatine varmışlardır.

Ne yazık ki AKP’nin iktidara geliş sürecinde izlediği yolda olduğu gibi ordu ile olan ilişkilerinin de, onların deyimi ile yerli ve milli olduğu kabul edilemez. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında subaylar aynı zamanda siyasetçi iken bile sorun dış desteklerle çözülmemiştir. AKP kurucularının seleflerinin zamanındaki 28 Şubat 1997 Post-Modern Darbe sürecinde ve iktidarda oldukları 27 Nisan 2007 E- Muhtıra sürecinde askerlerle ciddi sorunlar yaşandığına şahitlik ettik. AKP iktidarı, yönetimin sivilleşmesi sorununu tüm yönetim kademelerinde sivili-askeri ile kendi içinde çözeceğine, orduyu dize getirme (?) sevdası uğruna AB ilişkileri kullanmış ve maalesef kendi ordusunu uluslararası arenada şikâyet eden bir politika izlemiştir. Aslında medet umdukları mahfillerin tavşana kaç, tazıya tut politikası izlediklerinin farkında bile olmamışlardır. Casusluk, Balyoz, Ergenekon gibi birtakım adlarla darbe girişiminde bulundukları iddiası ile tüm Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarsızlaştırılması, aslında tarihteki Yeniçeri Ocağı’nın topa tutularak yok edilmesine benzer felakettir. Felakettir, çünkü yozlaşmış da olsa devletin vurucu gücü olan askeri birlikten mahrum olarak düveli muazzama ile yapılan savaşları hep kaybettik. Bu tarihi tecrübenin, devlet hafızamızdan asla çıkarılmaması gerekir.

Türk askerinin başına çuval geçirilmesine sessiz kalındığı yetmezmiş gibi, notayı bile çok görerek “müzik notası mı” diyenler, genelkurmay başkanlığı yapmış birini terör örgütü kuruculuğundan yıllarca cezaevinde tutanlar, kozmik odayı işgale ve elde edilen bilgileri okyanus ötesine götürenleri görmezden gelenler silahlı kuvvetlerin şeref ve itibarı ile oynamışlardır. Elbette anayasa ve kanunların dışına çıkan her kim varsa bunların adil mahkemelerde hesap vermesi demokratik hukuk devleti olmanın gereğidir.

  Öte yandan 15 Temmuz darbe girişimi de bahane edilerek, TSK’nın tarihi yapısının değiştirilmesi ve parçalı hale getirilmesi de vahim bir hatadır. 1 No.lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 338’inci maddesindeki “Genelkurmay Başkanlığı ile Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları Milli Savunma Bakanına bağlıdır…Genelkurmay Başkanı ile Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları Milli Savunma Bakanına ayrı ayrı bağlı ve sorumludur.” ibareleri derhal değiştirilmeli ve ayrı ayrı bağlı ve sorumluluk ortadan kaldırılmalı, olması gereken hiyerarşik yapı tekrar tesis edilmelidir. 

Ülkede askeri vesayetten söz edildiği zamanlarda bile; siyasilerin çapsızlığının sebep olduğu sorunların giderilmesinde askeri göreve davet acziyetinin ve teslimiyetçi politikaların etkili olduğu açıktır. Tam da burada, o kritik günlerde rahmetli bilge lider Aykut Edibali’nin büyük bir vukufiyetle Hz. Ali’nin, Mısır Valisi Eşter’e yazdığı mektubu gündeme getirdiğini hatırlatmak bir vefa gereğidir. Ülkeyi yönetecek elbette ki sivil otoritedir. Ancak bu yapılırken askerin şerefi ve itibarı ile oynanması da; Allah korusun, ülkenin savunmasını ve güvenliğini canları pahasına ifa eden askerin moral ve motivasyonunu yerle bir etmektir ki sonu fecaattir.

Geçmişte yaşadıklarımızın olabildiği kadar kısa bir özetini hatırlatmaya çalışmamızın sebebi; tam da ilk kez bu yıl Kara, Deniz ve Hava Harp Okullarında TSK’da birinciliğin kadın subaylarımızdan çıktığının sevincini yaşayalım derken; Kara Harp Okulundaki mezuniyet töreni sonrasında yaşananlar ve tepkilerin değerlendirmeye muhtaç olmasıdır. Birinci kadın subayımızın öncülüğünde bir grup yeni teğmenin ‘Mustafa Kemal’in askerleyiz’ diye alternatif yemin yapmaları eleştirilebilir bir disiplin sorunu olarak görülebilir. Ama buradan, hakaretlere varacak tarzda hemen darbe, askeri vesayetin hortlaması, emperyalist iş birliği sonuçlarının çıkarılması vahim bir hatadır. Hele hele güya iç-dış bağlantı gibi vehimlerle bu yeni teğmenlerin ihraç edilmesi devlet şefkat ve merhametine yakışmayacağı gibi, adil de olmaz. Galiba toplumsal bir zafiyetimiz de her olaya gerektiği kadar değil de ölçüsüzce tepki vermek. Başta ana muhalefet partisi olmak üzere bazı yazar çizerin de bu kılıçların cumhurbaşkanına çekildiği yönündeki tezviratı, siyasi iktidarın konuya dört elle sarılmasına sebep oldu. Anlaşılan bazı zevat, kurmay subayların tecrübelerini bildiğinden, yeni teğmenlere sığınmışlar. Boş yere umutlanmasınlar, gözbebeğimiz gibi korumamız gereken silahlı kuvvetlerin sahip olduğu bu tecrübeye, onlar da iktidarın veya muhalefetin bu oyununa gelmeyecek kadar sahiptirler. Bu arada hemen eklemek gerekir ki MSB kaynaklarına dayanılarak yapılan açıklamada; “…Bahse konu ant, ilk defa 29 Ocak 1999’den itibaren …Her Seviyede Yapılacak Diploma ve Sancak Devir–Teslim İle Yeni Öğretim ve Eğitim Yılı Açılış Törenleri Yönergesi’ ne eklenmiş ve mezuniyet törenlerinde uygulanmasına başlanmıştır. 29 Mart 2023’te Milli Savunma Üniversitesi Tören Yönergesi’nde yapılan değişiklikle törenlerde yapılacak mezuniyet andı şimdiki halini almıştır.” görüşlerine yer verilmiştir.

İktidarın her sesi kendisine karşı darbe algısı, bize karanlıkta ayı ile karşılaşan kişinin, gördüğü her karartıya ayı mı ne deme hikayesini hatırlattı. Öte yandan ister 27 Mayıs darbesine giden yolda, isterse de 28 Şubat sürecinde verdikleri destekle darbe veya post-modern darbeye çanak tutan CHP, bu olayı fırsat bilerek sicilini düzeltmek imkânı varken; aksine mest olması ve mevcut durumu siyasi ranta dönüştürmeye çalışması bir akıl tutulmasıdır.

Sürekli darbelenen, izzet ve şerefi ile oynanan gözbebeğimiz ordumuzun daha fazla saldırıya uğratılması, yıpratılması Türkiye’nin varlığına ve geleceğine vurulacak ölümcül darbelerdir. Aziz Milletimiz ihaneti kabul etmez. Ağır darbe tellallığı yapmaya, toplumu germeye, kutuplara ayırmaya, tahrik etmeye kimsenin hakkı yoktur. İster iktidar, isterse de muhalefet yandaşlarının felaket çığırtkanlığı yapmalarını önlemek, gözüne kestirmek kabilinden tahrik dolu söylemlerden kaçınılmasını temin etmek başta iktidarın ve muhalefetin olmak üzere tüm kamuoyunun tarihi görevidir.

GÜZEL AHLAKIN HÂKİM KILINMASI ESASTIR

Ülkenin son bir aydır en çok konuşulan konusu Diyarbakır’da Narin yavrumuzun kaybolması oldu. Gittikçe konu ülkenin nasıl bir ahlaki çöküş ile karşı karşıya bırakıldığının felaket düzeyinde göstergesi haline geldi. Burada konuyu baştan sona özetleyecek değiliz. Zaten kamuoyunda yeterince konuşuldu, tartışıldı. Bu olayın gölgesinde kalan bir başka kan dondurucu olay da Tekirdağ’ın Malkara İlçesi’nden geldi. 2 yaşındaki bebek, hastaneye kaldırıldı ve entübe edildi. Olayın daha fazla ayrıntılarına yürek dayanmaz.

Savruluşumuz sadece eğitimli olmayan kesimlerle sınırlı değil maalesef. Bir de okumuş, yazmışlar ve dindarlar(!) var.  Milletimizin gözbebeği konumunda olan diyanette ve bağlı kurumlarındaki çürümüşlük ve bu çürümenin cezalandırılması yerine bazı siyasilerin işlem yapılmaması için devreye girdiği ve olayların örtbas edilmesi için uğraştıkları iddiaları…

Bir hâkimin para karşılığı beraat kararı vermesi, diğer hâkim ve savcılarla adli emanetteki uyuşturucuları alarak uyuşturucu partisi yapması…

Yargıda sık sık rüşvetle iş yapıldığı iddialarının, rüşvetin tarifesinin bile olduğu basına yansıması…Sahte faturalar, kayıt dışı milyarlarca paralar… Rüşvet alırken suçüstü yapılan savcı…Avukatın aracında 25 bin uyuşturucu hap ile yakalanması…

           

Listeyi uzatmak mümkün. Ama daha fazlasına burada yazarak, Uyanış’ın pak sayfalarını kirletmek istemiyoruz. Burada devede kulak misali sayılabilecek kokuşmuşluğun, yozlaşmanın, çürümenin sadece birkaç tanesine yer verdik. Kendisine İslam’ı referans aldığını iddia eden, konuştuğu zaman mangalda kül bırakmayan bir siyasi iktidarın zamanında %99’ unun Müslüman olduğu bir ülkede, imam hatipli bir cumhurbaşkanının ve yöneticilerin olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Tarihe şan ve şeref veren, insanlığa huzur ve mutluluk, barış götüren, ahlak timsali bir ecdadın çocuklarından bahsediyoruz. 22 yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarı için birkaç örneğini verdiğimiz bu olaylar bir utançtır, yüzkarasıdır. Güven endeksinde Diyanet’in, bankaların yarısı kadar bir oranda güven duyulan bir kurum olması önemli bir işarettir. Bu iktidar bütün okulları imam hatip yapsa, bütün fakülteleri ilahiyat fakültesi yapsa, adım başına gösterişli camiler yapsa, ekranlardan 24 saat dini yayın yapılsa ne yazar…Toplumun ahlaki yapısını yerle bir ettikten sonra neye yarar? Bad’elharab’ül Basra…

Yaşanan tüm bu rezaletleri herkes kendi penceresinden değerlendiriyor. Dine ve dince kutsal sayılanlara saldırıyor bazı iflah olmazlar. Bazıları ise benim hırsızım, arsızım iyidir, çünkü bizdendir, çünkü dindardır anlayışında. Böyle dindarlık yerin dibine batsın. Ancak gelinen noktada toplumu ahlak erozyonuna sürükleyen başta iktidar olmak üzere, tüm kesimler felaket üzerinde ciddi, samimi, bilimsel tedbirler almak zorunda.

Millet Partisi’nin ilan ettiği “Muhteşem Türkiye” projesindeki ‘İslam Rönesansı’ yine millet olarak imdadımıza yetişen bir kılavuzdur. Özellikle kendisini dindar kabul edenlere şu temelleri hatırlatmakta yarar görüyoruz. Hemen söylemek gerekir ki ahlaksız bir dindarlık olmaz. Olsa olsa din bezirganlığı olur. Sadece uygularken yüzlerine, gözlerine bulaştırdıkları güya; “Allah korkusu, kul utanmasına dayalı eğitim” sonuçları mıdır bunlar? Ahlaki kuralların hâkim kılınması sadece iyi niyet temennileri ile olacak iş değildir. Eğitimin yanında kurallarının, kurullarının, kurumlarının olması ve denetimi gerekir.

Öncelikle Kur’an’daki “…Sana düşen ancak açık bir tebliğdir…”[1] ayetinin doğru anlaşılması gerekir. Burada birincil muhatap, okuyanın kendisidir ve görevi yüreğinin tam derinliklerinde tüm Kur’an’ın öncelikle kendisine indiğinin bilincinde olmasıdır. Kur’an, sadece başkalarına anlatmak için değil, öncelikle kendimize nasihat, inanmak ve yaşamak için indirilmiştir. Kur’an içselleştirilmemiş, özümsenmemiş, ilmiyle amil olmamış kişilerin süslü yazı ve konuşmalarına haşa meze yapılamaz. Dindar olanlar –Allah Korusun- İsrailoğulları gibi kendilerini unutarak, sadece başkalarına dini anlatan kişiler olamazlar.“Siz kendinizi unutarak diğer insanlara erdemli olmayı mı öğütlüyorsunuz…”[2]Böyle bir anlayışın sonu hüsrandır. Artık dindar olanların iman edilmesi gerekenlere yeniden iman etmesi gerekiyor.[3]    

[1]Şûrâ 42/48

[2] Bakara 2/44

[3] Nisâ 4/136

Related posts

Siyasetin Yasası Var

İran Ne Dost Ne Düşman

Hak ve Millet Davasının Sesi Uyanış 2. Yılında