Portreler Meşhurları İlk Görüşüm

                Abdullah DEMİRCİ
            “Meşhurları İlk Görüşüm” adında bir kitabı olan gazeteci-ressam Gürbüz Azak, bu eserinde daha çok  eski İstanbul’un basın merkezi Babıâli’den tanınmış kişileri ilk görüşünü anlatmıştır. 1998 yılında yayınlanan kitabında Azak, detaya girmeden bulunduğu ortam itibariyle daha çok gazeteci, yazar olan şahısları portre olarak yazmıştır. Kısa, adeta çalakalem yazılmış -deneme diyebileceğim- bu yazılar, insanı yormadan kolayca okunmakta ve okuyana keyif vermektedir. Adı geçen eserden  ilham alarak hasbelkader gıyaben bildiğim ama ilk defa gördüğüm kişileri yazıya döktüm.

            Yılmaz Öztuna
            Yıl sanıyorum 1987 veya 1988 yılları. Turgut Özal başbakan. Ülkeyi yöneten ANAP Hükümeti, Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne dâhil etmek istiyor. Bunun için de Avrupa’da etkili olacağını düşündüğü bir şey yapıyor, Başbakan Özal’ın adıyla Türkçesi  “Türkiye Avrupa’da” olan bir kitap Fransızca olarak yayınlanıyor ve Avrupa’daki  kütüphanelere, elçiliklere, yabancı basına falan dağıtılıyor.                                    Bu kitap yayınlandıktan sonra Türk kamuoyu ve basında çokça tartışıldı ve haberleştirildi. Gerçi kitap Türkçeye çevrilmedi ama tercüme edilen bazı sözler, gazete yazarları tarafından eleştirildi. Kitabın tepki toplamasının sebebi, Özal’ın Anadolu’ya gelen Türklerin aslında buradaki topluluklarla karışarak Türklüklerini sorgulayan sözleriydi. Özal’ın PR çalışması olan bu kitapla amacı Avrupa kamuoyuna şirin gözükmek, sempati toplamaktı. İşin garibi kitabı Turgut Özal yazmamıştı. Kitabın Dışişlerinden bir diplomat tarafından yazıldığı ve Özal’ın adıyla yayınlandığı bilgisi kulaktan kulağa konuşuluyordu. Ben bugüne kadar da bu kitabın  kimin tarafından yazıldığı hakkında bir şey duymadım.
            “Türkiye Avrupa’da” kitabı hakkında bu kadar tartışma ve tepki olunca, o yıllarda Bayrak gazetesinin Ankara temsilcisi olan  Bayram Girayhan, beyanatını almak için    eski milletvekili ve tarihçi-yazar Yılmaz Öztuna’ya röportaj yapmak üzere  beni  göndermek istedi. Herhalde önceden tanıyordu ki telefonda Öztuna’yla  konuştu, adresini aldı, bize verdi.
            Fotoğrafçı bir arkadaş ile verilen adrese gittik. Çankaya’da, sanıyorum Cinnah Caddesi civarında bir apartman dairesiydi. Bizi kapıda karşıladı, bir bayan yardımcısı vardı, o kahve getirip  ikram etti. Söyleşiden önce biraz sohbet ettik. Aklımda kalan sözlerinden biri, muhafazakâr biri olması hakkında konuşurken telefon numarasının bile  çok uzun senelerden biri değişmediğini vurgulaması oldu. Biz, kitapla ilgili görüşünü aldık, teşekkür ederek oradan ayrıldık.                                            Merhum Öztuna’nın kitap hakkındaki fikri tabii ki olumsuzdu ve epey verip, veriştirmişti. Zaten Bayram abi de bunu bildiği için göndermişti sanırım. Röportaj, ertesi hafta Bayrak’ta yayınlandı. Bayrak, o zamanlar gazete bayilerinde satılmadığı için gazetenin kendisine elden ulaştırıldığını hatırlıyorum.

            Mehmet Eröz
            Genç yaşta hayatını kaybeden Mehmet Eröz, İstanbul Üniversitesi Tarih bölümü hocalarındandı. 1984 senesi yazında Milli Kütüphane konferans salonunda Kültür Bakanlığı, Milli Folklor Araştırma Dairesinin düzenlediği 1.Yer Adları Sempozyumu yapılıyordu. Konuşmacılardan biri de merhum Doç. Dr. Mehmet Eröz’dü. Doktora tezi “Yörük Türklerinin Kültürü” üzerineydi. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın bastığı bu kitabı almıştım. Konuşmasını bitirdikten sonra toplantıya ara verildiğinde kendini tebrik ettim, kısa bir sohbetimiz oldu.                                                               Onun yazdığı ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından yayınlanan “Hıristiyanlaşan Türkler” kitabını okumuştum. Kitabı çok ilginç ve şaşırtıcı bulmuş, merakla okumuştum. Kitap, o dönemde pek de bilinmeyen, mübadeleyle Yunanistan’a gönderilen Türkçe konuşan, Rum diye bilinen ama Anadolu Türklerini anlatıyordu. Bugün az çok yayın yapılan ve Karamanlı Türkleri olarak isimlendirilen bu Türkler, Ortodoks Hıristiyan’dı ama Rumlukla bir alakası yoktu, yalnız Türkçe konuşur, yazılarında da Kril alfabesi kullanırlardı.
            Merhum Mehmet Eröz’e bu kitabın niye bir yankı uyandırmadığını sordum. O da biraz üzgün olarak, kitabın denize atılan bir taş misali ağır ağır deniz dibine battığını ifade etti. Bunu söylerken üzgün olduğu belli oluyordu.

            Tarık Buğra
            Ölümünden bir kaç yıl önceydi sanırım. O zamanlar Bakanlıklarda Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğinin binası konferans salonunda Tarık Buğra’nın konferansı vardı. Salonun arka sıralarında yer bulabilmiştim. Konuşmasından bugün aklında ne kaldı diye sorarsanız, beni o zaman çarpan ve maalesef bugün de doğruluğu devam eden şu sözleri  unutmuyorum: “Bugün insanları diri diri toprağa gömüyorlar. Solda yazan kabiliyetli bir yazarı sağ görmüyor, sağda yazan kabiliyetli bir yazarı sol görmüyor, görmezden geliyor ve yaşarken diri diri toprağa gömüyorlar.” demişti.                        

            Bu sözleri bir bakıma feryadıydı, belki de kendinin değerinin bilinmediğinin ifadesiydi. Kendisine rahmet diliyorum.

            Haldun Taner
            Gazeteci-yazar Haldun Taner 1980 li yıllarda Milliyet gazetesindeki köşesinde yazıyordu. Daha çok kültür-sanat konularını ele alıyordu. Kendisi sanat tarihi okumakla beraber aynı zamanda tanınmış bir hikâye yazarıydı. Çok sayıda kitabını Bilgi yayınevi külliyat halinde neşretmiştir. Böyle tanınmış yazarları Ankaralılar ancak kitap fuarlarında tanıyor, kitaplarını imzalatabiliyorlardı. O yıllarda fuar için geniş yer olmadığı için kitap fuarları  Bakanlıklarda Ankara Ticaret Odasında salonunda düzenleniyordu. O senenin kitap fuarına katılan yazarlardan biri de Haldun Taner’di.                    İstanbul’dan gelen yazarın imza gününde ne yazık ki hemen hiç ziyaretçisi yoktu ve bu durumdan pek memnun olduğu söylenemezdi. Belki de o yüzden Haldun Taner’in yeni çıkan bir kitabını, “Ölürse Tenler Ölür Canlar Ölesi Değil” aldım ve adıma imzalattım. Şimdiki aklım olsaydı kendisiyle sohbet ederdim. Gençlik veya çekingenlik işte… Yazar bu kitabında tanıdığı edebiyatçıları portre olarak anlatıyordu yani bir tür biyografi kitabı da diyebiliriz. Ruhu şad olsun.

 

            Beşir Ayvazoğlu
            90 lı yıllarda bir kış akşamı olduğunu hatırlıyorum. . Kızılay’da kitapçıları dolaşırken TÜRK İŞ  pasajına girdim. O dönemde TÜRK İŞ sendikası genel merkezinin  altı bazı kitapçılara kiraya verilmişti, daha sonra bu dükkânlar tahliye edildi ve sendikanın otoparkına dönüştürüldü. Bu  kitapçılardan biri de Dergâh kitabevi idi. İçeri girdim, Dergâh’ın sahibi veya yöneticisi, şimdi Yazarlar Birliği yönetiminde olan Fatih Gökdağ bey biriyle sohbet ediyordu. Simasından ve konuşmasından  sohbet ettiği kişinin gazeteci-yazar Beşir Ayvazoğlu olduğunu anladım. Fatih bey, ona o dönemde yazdığı Türkiye gazetesi hakkında sorular soruyordu. Ben konuşmaya falan girmedim zaten bir tanışıklığım da yoktu, yeni çıkan kitapları gözden geçirdim, sonra geç de olduğu için çıktım.
            Beşir Ayvazoğlu’nu en son geçen sene bir kitap fuarının açılışında gördüm. 2023 yılında ATO Congresium salonunda düzenlenen Ankara kitap fuarının açılışında  onur konuğu olarak bir konuşma yaptı. Neler söylediğini şimdi tam olarak hatırlamıyorum. Konuşmalar ve açılış töreni bittikten sonra Ayvazoğlu, yüzden fazla yayınevleri standının arasından geçerek, en arkada bulunan ve eski kitap, gazete, dergi vs. satan Sahaflar sokağına doğru yöneldi, sahaf stantlarını dolaşmaya başladı. Sahaflığın merkezi İstanbul bilinir ama İstanbul’da yaşayan bir yazarın Ankara’da bile sahaflardan vazgeçemediğini görmüş oldum.

            Bahattin Karakoç
            Sanıyorum 1989 yılı yazı  idi. Kavaklıdere’de bulunan Türk Dil Kurumu’nda uluslararası bir bilimsel sempozyum veya toplantı dolayısıyla kuruma gitmiştim. Amacım toplantıya  katılan  bazı uzman kişilerle  röportaj yapmaktı.
            Kurumun kapısından girdiğimde toplantı devam ediyordu, Boş sayılabilecek girişteki oturma koltuklarında bir kaç kişi vardı. Selam verdikten sonra iki kişiyle tanıştık. Biri ak saçlarıyla  Maraşlı, tanınmış Şair Bahattin Karakoç’tu. Sanıyorum toplantıya iştirak eden katılımcılarından biriyle görüşmek için bekliyordu. Karakoç o yıllarda K. Maraş’ ta Dolunay dergisini çıkarıyor ve haftalık Bayrak gazetesine yazılar yazıyordu. Yani ismen tanıyordum. Yüksek olmayan sesiyle bir süre sohbet ettiğimizi hatırlıyorum. Merhum şair, mütevazı ve samimi tavrıyla zihnimde canlanıyor.

 

Related posts

BAŞYAZI: Ordumuzu Göz Bebeğimiz Gibi Korumalıyız. #13

Siyasetin Yasası Var

İran Ne Dost Ne Düşman